Geçirdiğimiz 1 ayı aşan sürede yeterince aktivite ve kişisel gelişim önerisine maruz kaldık. Başlık da, tahmin edeceğiniz gibi bu maruz kalma halinden geliyor. Sözlükte zehir, ‘Organizmaya girdiğinde kimyasal etkisiyle fizyolojik görevleri bozan, miktarına göre canlıyı öldürebilen madde’ olarak tanımlanmış. Öz bakımın bu denli ‘trend’ oluşunu düşününce yazıya bu başlığı verirkenki hissiyat anlam kazanıyor. Her cümleye cömertçe serpiştirirken ve öneriler listesinde en başa yazarkenki niyeti anlamakla birlikte, bir noktada bunun ‘miktarından ötürü canlıyı öldüren madde, zehir’ gibi bir etkisinin olduğunu düşünmemek elde değil. Üstelik tam da tanımdaki gibi, nasıl ki zehir organizmaya girerek etkisiyle fizyolojik görevleri bozuyorsa, bu tarz öz bakım reçetelerinin de ruhsallığın işleyişini bozabileceği açık.
Nefes egzersizleri, meditasyon, pozitif düşünmek, kendimize iyi davranmak, günümüzü ‘verimli’ geçirmek için planlar oluşturmak, spor yapmak, sağlıklı beslenmek, iyi bir uyku düzeni… Bu eylemler elbette zararlı veya kötü değil, ancak insan ruhsallığı gibi karmaşık bir yapıyı ve herkesin biricik olduğunu göz önünde bulundurunca, öneriler bir parça yüzeysel kalıyor gibi. Haklı serzenişler yükseliyor: “Herkes her şeyi yapabilmek durumunda değil”, “Bunların hiçbirini yapmadan geçen günler boş mu?”, “Ben yapamıyorum” ve elde kalan koca bir yetersizlik hissi.
İnsan her daim iyi hissetmeye doğru yönelecek şekilde kodlanmamıştır. Bir kere dünyaya hiçbir canlı türünün yaşamadığı bir yoksunlukla, muhtaçlıkla ve korkularla gelir. Bebeğin iç dünyası bu anlamda karanlıktır. Freud’un kuramındaki bebek, onun birincil sadizm olarak adlandırdığı, muhtaç olmanın getirdiği şiddet ve zarar verme dürtüsüyle doludur. Klein’ın bebeği ise huzursuz, yıkıcı, hatta kanibalistiktir (Klein, bebeğin annenin memesini neredeyse koparmak istercesine ısırmak gibi şiddetli davranışları bu yıkıcılığın bir göstergesi olarak yorumlar). Neredeyse doğar doğmaz dört ayak üstünde yürüyebilen, bir kaç hafta içinde doğada kendi besinini bulabilen, avlanabilen ve anneye ihtiyacı sonlanan birçok hayvanı düşününce, insan yavrusunun dehşetini anlamak hiç zor değil.
İnsanın öğreneceği çok şey vardır, üstelik bunlar için de ötekine muhtaçtır. İhtiyaçlarının giderilememesi, kopukluk, engellenme, yoksunluk, mesafe, zarar görme tehdidi, güvende hissedememe… Hepsi bebek için ayrı bir tehdit. Ve düşününce şu an koronavirüsün bizi soktuğu haller de bundan çok farklı değil.
Bu durumdayken, kendimizi salık verilen belirli bir listeye uydurmaya çalışmak şu an yokluğunu çektiğimiz birçok şeyin ve çaresizliğimizin inkarı gibi. Öz bakımı dış dünyadan iç dünyaya ve somuttan soyuta doğru bakmaya dönüştürebilirsek, yani yapmaya değil, olmaya, tutmaya değil, bırakmaya dair bir hale, o zaman belki acı, belki boşluk, yas, engellenme hissi, rahatlama, durağanlık, yeniden hareket, motivasyon, kaygı, haz, doyum, doyamamak gibi sonsuz ihtimaller bulacağız içimizde. Eylemlerle ve zihinsellikle doldurmadığımız bir ruhsallıkta her şeyle karşılaşabiliriz. Evet bu ‘pozitif düşünüp iyi hissetmek’ kadar tatlı bir deneyim vaat etmiyor. Zaten içe bakış hiçbir zaman gül bahçesi gibi bir deneyim vaat etmez; ancak yüzleşmeyi, gergin bir ip gibi sıkı sıkı tutulanı bir parça serbest bırakmayı ve kapsayabilmeyi, kabul edebilmeyi, varoluşumuza sahip çıkabilmeyi vaat eder. Bunun içinden negatifi çıkartma çabası olsa olsa maksadını aşan bir savunma mekanizması olabilir.
Hepimizi öyle ya da böyle etkisi altına alan bu pandemi döneminde, her duygu insana ait, her duygu, her türlü yaşantı kabul edilebilir ve anlaşılır. Bu popüler anlamdaki ‘öz bakım’dan öze bakmaya, görmeye, anlamaya çalışmaya geçmeye ne dersiniz?
Uzm. Psk. Duygu Karaer